14 Mart 2012 Çarşamba

Mum Işığı




     "Ders aşkı nedir?" diye sorsaydılar, "Bu devirde kesilen elektriğe rağmen ciddi ciddi mum yakıp, çalışmaya devam etmektir." derdim herhalde. Bilemiyorum, bu derse olan aşkım mı yoksa vizelere az bir zaman kalışının göstermiş olduğu "yumurta-kapı" benzetmesi mi ama her ne ise elektriklerin kesilmiş olması çalışmama engel olmayacak bunu biliyorum.


      Mumları yakmış olmamla birlikte elimdeki kalem, önümdeki beyaz sayfa ve ben romantik bir üçlü oluşturduk diyebilirim. Ve tam da o anda karşımdaki SDT (Siyasal Düşünceler Tarihi) notlarımı bir kenara itip kurşun kalemimin ucundan çıkan bu satırları yazmaya başladım. 
Gözümün önünde eriyen muma uzun uzun bakıp, pencereme vuran yağmur damlalarının sesiyle biraz da kendimi dinleme fırsatını buldum. Bir gece ancak bu kadar sessiz ve 'temiz' olabilirdi nazarımda. Elektrik yok, televizyon yok; elektrik yok, internet yok; elektrik yok, karanlık var; elektrik yok, "ben varım." En önemlisi de bu sanırım.. 


Bir muma, bir duvara bakıyorum arada. Elimin gölgesi duvarda gizliden oyun oynamak istiyor benimle. Tıpkı çocukken olduğu gibi.. Şimdi yanımda abim olsaydı oyuna başlamıştık bile. Bir iki can veriyorum duvardaki gölgeme ama tek başıma hevesimde olmuyor açıkçası. Derken bir anda aydınlanıyor tüm oda. Bütün o atmosfer  yok oluyor. Gözüme aniden SDT notlarım çarpıyor ve çalışmam gerektiğini hatırlıyorum.
      Sonra diyorum ki kendi kendime, sanırım bu ders aşkı değildi bendeki. Güçlü bir yazma özlemiydi, tıpkı eskisi gibi..



13 Mart 2012 Salı

Bir Kitaptan..


Eskiden sevdalar daha mı tutkuluydu, hasretler daha mı derin? Sevgilinin saçının bir teline ne şiirler yazılırdı hani. Bir kez görmekle ne kadar çok sevilirdi insan. Kapı aralığından uzanan bir baş, perde arkasında bir kadın gölgesi, belli belirsiz bir tebessüm, gözbebeklerinde saklı ateş ve har. Uzaktan da sevilirdi yar. Mümkündü. Hem mümkün hem imkânsızdı aşk. Hayatın bir parçasıydı dokunmadan sevmek. Yaklaşmadan. Aşk bugün var yarın kaçtı kaçacak bir ada tavşanıydı sanki. Öylesine ürkek. Kimse yüzde yüz emin olamazdı aşka "sahip" olduğundan. Mülkü yok, tapusu yoktu. Daha mı anarşistti eskiden aşklar?
Sahi "yârim" ne güzel kelimeydi. Ağızda akide şekeri. "Yârim" der, sonra bir es verir, gayriihtiyari susardın. Söyleyecek söz kalmazdı ardından. Tek başına kaç cümleye bedeldi kelimeler. Eskiden harfler daha mı kıymetliydi? Bir mektup yeterdi aylar süren ayrılıkların sessizliğini kapatmaya. Tek bir yemin yeterdi aradaki mesafeleri azaltmaya. Artık hiçbir şey o kıvamda değil. İbre şaştı, ayar bozuldu sanki. El titredi, akort bozuldu sanki. İlişkilerimizin ahengi eskisi gibi değil. Kelime cömerdi, duygu cimrisi bugünün insanı. Konuşmaya gelince açıyor ağzını, duygulanmaya gelince tutuyor kendini. Zaman yok ya, hep bir telaş halindeyiz ya, bunca koşuşturma arasında kimsenin durup da duygulanmaya vakti yok.
"Bütün meslekler insan ruhunu kemirir durur. Bir tanesi hariç: Şairlik." Böyle demişti Charles Baudelaire. Artık bu durum da değişti. Şimdilerde şairlik dahil bütün meslekler ruhumuzu kemirip duruyor, inceden inceden. Makyajla kapatıyoruz kemirilen yerlerin üstünü, ruhumuzdaki gedikleri, benliğimizdeki oyukları. Meşguliyetle, sosyallikle, unvanla, kariyerle, şan şöhretle kapatıyoruz. Ama alttan alta birçoğumuz aynı dertten mustaribiz: Tamamlayamadığımız bir eksiklik duygusunu, azalmayan bir bezginliği sırtımızda un çuvalı gibi taşıyoruz. Monoton bir değirmen taşı günlerin akışı. Dönüyor kendi ritmiyle. Bizi o çarkın dışına çıkaracak bir aşk arıyoruz. Sıradışı bir sevda. Ama gel gör ki ne Ferhat'ız dağları delecek, ne Simurg kuşlarıyız mavilikte kanat çırpacak. Hem gizliden gizliye masalsı ve destansı bir sevda arıyor hem de masalları ve destanları hayatımızdan satır satır siliyoruz.